1 Ekim 2010 Cuma

DÖNÜŞ



Güneş doğuyor, Cardona kalesiyle beraber bulutların altında kalmış. Barcelona' ya kadar olan yolla ilgili anlatacak birşey yok. Bütün ülkelerde olan otoyol ve kent manzaraları bizi Barcelona' ya ulaştırıyor. Saat henüz 10:30 ama biz motorumuzu teslim edip eve dönüşe hazır hale geldik bile. Uçağımız akşam üzeri kalkacağı için Barcelona' da birkaç saat geçirip öğlen yemeği yeme imkanımız var. Metroya binip Gaudi' nin binalarının bazılarının bulunduğu Passeig de Gracia istasyonunda iniyoruz ve binalara baka baka biraz yürüyoruz. Çok güzel ve kültürel anlamda çok zengin bir şehir olduğu ve burada iki ayak üzerinde de çok keyifli zaman geçirilebileceği hemen anlaşılıyor. Tapa Tapa' da leziz sangrianın yanında çeşit çeşit tapa yiyerek İspanya' ya veda ediyoruz.






Bu bir haftanın her günü birbirinden güzel geçti. İki teker üzerinde bizim için çok yeni olan yerleri keşfettik, iç dünyamızı zenginleştirme imkanı bulduk.


Ve ben gene şimdiden düşünmeye başladım...Bakalım iki teker bizi bir dahaki sefere nereye götürecek.

24 Eylül 2010 Cuma

DÖNÜŞ BAŞLADI : BIELSA - CARDONA

Çok güzel yerler gördük ve çok mutlu olduk. Bir hafta boyunca doğanın cömertçe sergilediği güzelliğini içimize çektik. Hergünümüzü böyle yaşasak, böyle hisseder miyim, yoksa şehirdeki yaşamımızdan çalınmış bir kesit, orada büründüğümüz rollerden bir sıyrılış olduğu için mi bu kadar değerli? Bu sorunun cevabını veremiyorum. Ama her seferinde sevgili kocamın ve benim metropol insanları olmadığımız tescilleniyor.

Motoru Cuma sabahı saat 10' a kadar IMT' ye teslim etmemiz gerekiyor. Bu sebeple Perşembe akşamını Barcelona' ya 1 en fazla 1.5 saat mesafedeki bir yerde geçirmeyi planlamıştık. Kırsal turizm konusu ilgimi çektiği için kaldığımız tüm otelleri İspanya' da çok yaygın olan kırsal oteller arasından http://www.toprural.com/ seçmiştim. Cardona' da ilginç bir otel bulduğum için istikamet Cardona. A-138, N-123 ve N-230 bizi sırasıyla Ainsa' ya, Benabarre' ye ve Puente de Montanana' ya taşıyor. Buraları önceki günlerden biliyoruz. Doğuya C-1311 üzerinden devam edeceğiz.
Tremp' e varana kadar yol adeta Pireneler' in bize bir vedası gibi. Bol kıvrımlı ve manzaralı yolda ilerlerken önce uzaktan Mont Rebei kanyonunu görüyoruz ve sonra küçük köyleri bir bir ardımızda bırakıyoruz. Sık orman yerini bodur bitkilere bırakıyor. Kahve molası vermek için durduğumuz Tremp' te Hotel Siglo XX' in terasında sütlü kahvelerimizi yudumlarken seyrettiğimiz manzara kendimizi İç Ege kasabalarından birindeymişiz gibi hissettiriyor.
Bu defa Isona' ya o muhteşem Col de Boixols-Isona inişinin (L-511) tersinden ulaşıyoruz. Ama ne yazık ki yol aynı yol değil, Isona' nın düzlüklerinde ilerliyoruz. Hızlı ve güzel bir yol olan C-1412b bizi güneye taşıdıkça ağaçlar azalıyor. C-14 ve C-26' yı takip ederek Solsona' ya vardığımızda ilk konakladığımız köy olan Alas' ın, o muhteşem Cadi-Moixero Doğal Parkının tam kuzeyimizde ve kuş uçuşu 50 km mesafede olduğunu farkediyorum haritadan. Buradan itibaren trafik kalabalıklaşmaya, yerleşimler büyümeye başlıyor. Pireneler mimarisi çoktan sona erdi. Solsona' daki öğle yemeğimizden kısa bir süre sonra Cardona' ya varıyoruz.

Oldukça vakitli vardığımız için sevgili kocam kestirirken ben hızlı bir duşun ardından etrafı keşfe çıkıyorum. Cardona Barcelona' ya yaklaşık 100 km mesafede, dağların tepelere, iklimin Akdeniz' e dönüştüğü yerde.
Bu şehir de ihtişamlı bir kalenin etrafına kurulmuş, bizim kaldığımız Hotel Vilar Rural de Cardona ise karşıdaki tepenin üzerine. Otel bir köy gibi inşa edilmiş, içinde kümesi, sebze bahçesi, meyve ağaçları, keçileri hatta bir tane eşeği bile var. Konsept ve konum çok güzel, odalar temiz ve rahat, ekstra bir konfor yok. Belki tam olarak yüksek sezon olmadığından, akşam yemeği hayal kırıklığı yarattı. Ana yemek olarak kırmızı et harici tek seçenek ahtapottu, kopkuyu domates sosu içinde gelen onlarca minik ahtapot Fear Factor setinden çıkmış gibi göründü gözümüze:) Neyse ki öncesinde yediğimiz keçi peynirli salata ve eşlik eden ekmek oldukça lezzetliydi. Artık bölgeyi tanıyoruz ve bir dahaki sefere ara bir istasyonda duraklamaya gerek olmadan geceyi geçirmek üzere Barcelona' ya dönülebileceğini biliyoruz.

HARİTALAR






















21 Eylül 2010 Salı

"LA VALL DE BOI" VE "SIERRA Y CANONES DE GUARA"

Açık bir gökyüzüne uyanıyoruz, hava serince. Dünkü yağmur sanki gökyüzünü yıkamış, tüm renkler gözüme o kadar parlak, o kadar canlı görünüyor ki! Kahvaltıdan sonra vakit geçirmeden motor başı yapıyoruz. Tabii, vazife bizi bekliyor:) Ainsa' ya giden yolun tadını çıkarıyorum. Bu sefer N-260 üzerinde sola dönüyoruz. Fordada del Toscar' a kadar, tarım alanlarının arasından, hızlı ve nisbeten düz yolda ilerliyoruz. N-260' ın nehir yatağını takip etmeye başlamasıyla beraber yol kıvrımlanmaya başlıyor. Özellikle Campo ile Castejon de Sos arası hem manzara hem de yol çok güzel, dik bir kanyonun içinde yol alıyoruz. Buradan El Pont de Suert' e kadar solumuzda Pirenelerin 3404 metre ile en yüksek zirvesi olan Aneto Zirvesini içinde barındıran ve İspanya Fransa sınırında olan Posets-Maladeta Doğal Parkı muazzam görüntüler veriyor. http://www.benasque.com/Disfruta-de/El-aire-puro/Parque-Natural-Posets-Maladeta Sağımızda ise Turbon...
El Pont de Suert' e gelmeden hemen önceki yol ayrımı bizi L500 ile Boi vadisine götürüyor. Boi vadisindeki 6 köyde 11. ve 12. yüzyıldan kalma kiliseler var. Bunlar UNESCO Dünya Mirası Listesinde http://whc.unesco.org/en/list/988. Barruera' ya gelene kadar sağa sola bakıp kilise arıyorum ama bir tane bile göremiyorum. Diğer kiliselerin olduğu köyler bu yolun daha içlerinde, sadece tabelalarını görebiliyorum. Neyse ki Barruera' daki kilise yolun kenarında. Yolun sonuna kadar gidip dönüşte burada kahve molası vermeye karar veriyoruz. Bu yolun sonu Aigüestortes i Estany de Sant Maurici Doğal Parkı. Şu anda tam batısında olduğumuz doğal parkın tam doğusundaki Espot' ta iki gün önce öğlen yemeği yemiştik. Tarifi zor güzellikteki Boi vadisinin içinden gidiyoruz. Bir süre sonra karşımıza çıkan yol ayrımı sağ tarafın Taüll köyüne gittiğini, sol tarafınsa parka gittiğini gösteriyor.

Tercihimizi iyi ki parktan yana kullanmışız. Bu güzel vadinin içindeki dar yolda kıvrıla kıvrıla ilerliyoruz. Parkın kapısından geçince yol iyice daralıyor, sanki oyuncak araba yolu. Sık bir ormanın içinde yokuş yukarı ilerliyoruz. Yolun sonunda önümüzü bir baraj duvarı kesiyor. Motorumuzu otoparka bırakıyoruz, baraja doğru yürüyoruz. Yürüyüşe ve kaya tırmanışına gelmiş çok sayıda insan var. Her fırsat değerlendiriliyor, hiç bir doğal güzellik sahipsiz ve aktivitesiz bırakılmıyor.


Doğa o kadar etkileyici, baraj duvarı o kadar yüksek ki, arkasında kocaman bir baraj gölü beklentisiyle duvarın üzerine çıkıyoruz. Beklentimin tam tersine küçük bir gölle karşılaştım. Ama derin olduğu renginden belli.





Bir süre doğanın tadını çıkardıktan sonra Barruera' ya dönüp kilisenin karşısındaki restorana oturuyoruz. Öğlen olmak üzere ve karnımız acıktı. Ortam da çok hoş, bari öğlen yemeğimizi burada yiyelim diyoruz. Ama ne mümkün! Mutfak 13:30' dan önce açılmıyormuş, bir tek kahve sunabilirlermiş. Yapacak birşey yok, kahvemizin yanına bisküvi ve kek katık edip açlığımızı bastırıyoruz. Boi vadisine veda edip el Pont de Suert' te N-230 adını alan esasen N-260' ın devamı olan yolda güneye yöneliyoruz. Hedefimiz geç bir öğlen yemeği yemeyi planladığımız Barbastro, ama biz henüz bilmesek de açlık molayı Benabarre' de vermemize sebep olacaktı.

El Pont de Suert' i geçer geçmez başlayan baraj gölü tam 12 kilometre boyunca bize eşlik etti. Yol harikaydı; hem hızlı, hem virajlı hem manzaralı. Bir yol tamir ekibine rastlıyoruz. Bizi durdurdukları yer tam yeni asfaltın serilmekte olduğu yer. Öyle bir özenle seriyorlar ki asfaltı, gün sonunda yaptığımız değerlendirmede sevgili kocama " ben pastanın üzerine kremayı bu kadar nazik, bu kadar ölçülü biçili sürmüyorum! " diyorum. Yolları çok ama çok kaliteli. Aaaah, ah! Puente de Montanana' ya kadar Katalonya - Aragon sınırında güneye doğru gidiyoruz. Güneye yani Pirenelerin eteklerine gittikçe coğrafya düzleşiyor, orman kalmıyor. N-230 bizi buradan itibaren Aragon içinde batıya doğru götürüyor. Yol kalitesi gerçekten çok güzel ama etraf ağaçsızlaşıp bozlaşınca, bir de güneşi karşımızdan almaya başlayınca Benabarre' de yemek molası vermeye karar veriyoruz.

Bir tepenin üzerinde bir kale var, şehir onun etrafına kurulmuş. Kızılımsı toprak rengi hakim, ya da ben öyle algılıyorum. Genişçe bir bahçesi olan ve şu anda adını hatırlayamadığım restorana oturuyoruz. Tuhaf şekilde yandaki restoranın adını hatırlıyorum: Can Pere. Bir daha yolumuz buraya düşerse ve yemek yemek zorundaysak, yandaki restoranı denemek üzere kafama not alıyorum. İyice dinlendikten sonra yola devam ediyoruz. Artık bizi Barbastro' ya götürecek olan N-123' ün üzerindeyiz ve bu kentin çıkışında, tarım aletleri fabrikasının yanında, asıl durmayı planlamış olduğumuz restoranı görüyorum.

Barbastro' dan itibaren N-240 adını alan yol batı-kuzeybatı istikametinde bizi Peraltilla sapağına getiriyor. Burada A-1231' i takip ederek kuzeyimizdeki Sierra y Canones de Guara Doğal Rezervine ulaşacağız. Colungo' ya kadar çok küçük köylerin, tarım alanlarının ve bağların içinden geçiyoruz. Kenardaki tabelanın üzerinde " Dikkat! Hiçbir işaretlemesi olmayan bir yoldur." uyarısı var. Önümüzde çok uzaklarda Pireneler' i görmeye başladık. İçinden geçtiğimiz köylerin meydanlarında oturan köylü erkek ve kadınlar bize merak ve ilgiyle bakıyorlar. Bu bakışı bir yerlerden tanıyorum:)

Colungo' dan itibaren doğal rezervin içine giriyoruz, yolda işaretlemeler başlıyor ve iki teker üzerinde bir başka çifte rastlıyoruz, selamlaşıyoruz. Yol sanki bir çanağın kenarına yapılmış, neredeyse 360 derece görüş açısı var; çok ıssıs ve çok yalnız hissediyorum. Doğa Pirenelerden oldukça farklı, ama vahşi ve yalın bir çekiciliği var. Fotoğraf çekemedim ama internetten bu fotoğrafı buldum. Ben yolun bu kısmından keyif aldım.

Almazzore' den itibaren yol doğal parkın doğu sınırını oluşturuyor ve Eripol' den sonra muhtemelen sadece civar köylerin sakinlerinin kullandığı bozuk yol bizi Ainsa' ya arka kapısından ulaştırıyor. Vakit kaybetmeden istikamet kuzey; A-138 üzerinden Pirenelerde bir dahaki sefere kadar son gecemizi geçirmek üzere Bielsa.

20 Eylül 2010 Pazartesi

BIELSA


Bielsa Aragon otonom bölgesinin Huesca vilayetine bağlı bir sınır belediyesi. 1976 yılının Ekim aynında açılan 3 kilometrelik tünelin Fransa tarafındaki girişinden yaklaşık 12 km mesafede. 3 tane restoran-barı, 2 tane hediyelik eşya dükkanı olan sevimli bir dağ kasabası. Pirenelerin Monte Perdido (Kayıp Dağ) bölgesi UNESCO' nun Dünya Mirası listesinde http://whc.unesco.org/en/list/773, ve Bielsa bu bölgenin hemen doğusunda yer alıyor. Gördüğüm kadarıyla iki oteli ve bir Parador' u var. Biz otel tercihimizi özellikle mutfağına yönelik ziyaretçi övgüleri sebebiyle Hotel Bielsa' dan http://www.hotelbielsa.com/index.php?&idi=1 yana kullandık.

Otelimiz yolun hemen kenarında, önünde kocaman bir park alanı var ve odamızdan bu müthiş manzaraya bakıyoruz.

Eğer otelin restoranı iyiyse seyahatlerimizde yarım pansiyon konaklamayı tercih ediyoruz. Burada her akşam değişen ve 5 çeşit başlangıç, 5 çeşit ana yemek ve bir o kadar da tatlı seçeneğinden oluşan menüden seçim yapılıyor. Bu bölge vejeteryanlar için biraz zorlu, ama kırmızı et yemek tercihinde en son sırada yer alan bizler için balık seçeneği hep var. Yemekler hakikaten lezzetli ve porsiyonlar çok doyurucu. Yemekleri tanıtan ve siparişleri alan, anneanne kıvamındaki sevecen hanımla sohbet etme imkanım olmadı ama yemekleri o kadar tatlı bir dille anlatıyordu ki, fazlasıyla doyduğum için tabağımda bırakmak zorunda kaldığım her yemek lokması için ondan utanıyordum. Haa bu arada buradaki yarım pansiyona şarap ve su dahil.

Su demişken... Bölge hem yeraltı hem de yerüstü suları açısından muazzam zengin. Marketlerde bulunan her çeşit sudan tatmaya gayret ettim. Ve hepsi de son derece güzel sulardı. İspanya' da fiyatlar bildiğim diğer Avrupa ülkelerine kıyasla daha uygun. Şarapları lezzetli, şişe bira isteniyorsa San Miguel diye bir marka var, ben pek beğenmedim.

Hava açıkken gecesinde muhteşem bir gökyüzü var. Samanyolu' nu gördüm uzun zaman sonra yeniden. Yemek sonrası yıldızları seyrederek gece yürüyüşleri yaptık. Bu kadar temiz hava ve fiziksel aktivite sayesinde daha odaya varmadan uyku haline geçiyordum.

Aragon bölgesindeki Aragon Nehri, Sobrarbe, ve Ribagorza vadilerinde 10,000 ila 30,000 kişi tarafından konuşulduğu tahmin edilen Aragonca' yı bilen insanları Bielsa' da bulmak mümkünmüş. Doğal güzelliklerinin yanısıra kültürel anlamda da çok çeşitli ve zengin bir bölgede gezmekteyiz. Dikkatimi çeken bir başka şey de her köy, kasaba, kent girişindeki büyük tabelalar. Tabelalarda o yerleşim yerinde nelerin olduğunu yazıyor; örneğin 12. yüzyıldan kalma kilise, veya rafting ya da trecking imkanı gibi.

19 Eylül 2010 Pazar

FRANSIZ PİRENELERİ - PARC NATIONAL DES PYRENEES

Bütün gece aralıklarla yağmur yağdı. Bielsa sabahı ıslak orman kokusu ve tertemiz bir havayla karşıladı bizi. Gökyüzü tamamen bulutlarla kaplı ve hava raporuna göre bugün yağışlı geçecek. Ainsa' ya kadar olan yaklaşık 30 km' lik yol sabahleyin çok güzel bir ısınma imkanı sağlıyor. Ainsa' dan sağa dönüyoruz ve gene N-260' tayız. N-260 önce kuzeybatıya sonra kuzeye yönleniyor ve kahve molası için durduğumuz Broto' ya geldiğimizde, Bielsa' dan çıktığımızdan beri Ordesa y Monte Perdido Ulusal Parkının doğusundan batısına güneyli bir yarım daire çizmiş oluyoruz. Buraya çok yakın olan Torla' ya uğruyoruz çünkü gezimizin ikinci konaklama merkezi olarak önce orayı belirlemiştik ama sevgili kocamın yaptığı rotalar için daha merkezi olduğundan tercihimizi bu sefer için Bielsa' dan yana kullanmıştık. Bielsa parkın doğusunda, Torla ise batısında ama parkın içinden yol geçmediği için iki kasaba birbirine bağlı değil. Torla gerçekten müthiş bir yer, bir dahaki sefere burada kalacağız. http://reddeparquesnacionales.mma.es/parques/ordesa/index.htm

Puerto de Cotefabio' yu (1423 m) ardımızda bırakarak Biescas' a ulaşıyoruz ve A-136 üzerinde kuzeye yönelip Fransız Pirenelerine doğru gitmeye başlıyoruz. İşte o anda sağnak yağmur başlıyor. Göller, devasa dağlar ve dimdik duvarlar; tırmanış İspanya - Fransa sınırı olan El Portalet' e (1794 m) kadar devam ediyor. Yükseldikçe hava soğuyor, bulutlar alçalmış zaman zaman içlerinden gidiyoruz, eldivenlerim su geçirdi; ellerim suyun içinde donuyor ve üşümeye başlıyorum. Ama ortam o kadar güzel, doğanın bu yüzü de tüm yüzleri gibi o kadar büyülü ki, bir saniye için bile şikayet etmiyorum ve yaşamakta olduğum bu özel anların tadını çıkarıyorum. Tulumum hiç su geçirmemesine rağmen su içindeki ellerimden dolayı kendimi ıslak ve soğuk hissediyorum, bu hissi Saroz dalışlarından tanıyorum:) İki gün önceki deneyimimizden Fransa yollarının kalitesi hakkında şüphelerim vardı. Bu yollar şüphelerimi yersiz çıkardı. Tour de France 2010 buralardan geçmiş, dolayısıyla yolları daha yeni elden geçirmişler. El Portalet' i geçer geçmez Parc Nacional des Pyrenees' in içine giriyoruz ve muazzam doğa bize yağmurlu yüzünü cömertçe sergiliyor. Öğlen yemeğini yemek için Laruns' daki pizzacıda duruyoruz ve bol peynirli ve domates soslu spagettiden aldığımız karbonhidrat içimizi ısıtıyor. Burası çok hoş bir kasaba, kahvesi çok lezzetli ve hala yağmur yağıyor.


Yeterince dinlendiğimize karar verince bölgenin özellikle bisikletçiler için çok önem taşıyan geçitlerine doğru yola çıktık. Belli ki yağmur bizi gün boyu yalnız bırakmayacak. Daha önce bu kadar uzun süreli yağmur seyri yapmamıştım; bunu büyük bir fırsat olarak görüyor ve seviniyorum:)



Önümüzde ilk olarak Col d'Aubisque (1709 m) var. Ger zirvesinin kuzey yamacına kurulmuş olan D918 Laruns' dan hemen sonra hairpinleriyle ve keskin virajlarıyla bize 18 kilometrede 1200 metre irtifa kazandırıyor. Yükseldikçe yağmur bulutları aşağıda kalıyor ve yağmur diniyor. Burayı o kadar beğeniyorum ki Grossglöckner ve Passo di Stelvio iğnelerimin yanına bir tane Col d'Aubisque iğnesi takıyorum. Birazdan bulutların içinden geçerek inişe başlayacağız:)

Kazandığımız 1200 metre irtifayı Argeles-Gazost' a kadar olan 30 kilometrede yumuşak yumuşak kaybediyoruz. İçinden geçmekte olduğumuz bulutlar aralandıkça sağımızdaki duvarların ve solumuzdaki uçurumun ne kadar dik olduğunu görüyorum. Açık havada seyrine doyum olmazdı bu yolun...D921 bizi Luz-Saint-Sauveour vadisinin doğal güzelliğinde güneye götürüyor. Kasabaya geldiğimizde sola dönüyoruz ve D918' de tırmanış başlıyor. Her yönde Pirenelerin yüksek zirvelerini görüyoruz çünkü hava açtı:) Asfaltın üzerine yarışlara katılan bisikletçilerin adları yazılmış. Yol kenarındaki tabelelar kaç kilometre boyunca yüzde kaç eğim olduğunu yazarak bisikletçilere rehberlik ediyorlar. Biz bir tabeladan diğerine dakikalar içinde giderken bisikletçileri düşünüyorum ve bacaklarım sızlıyor. Bu tırmanışları kas gücüyle yapanlar gerçekten muazzam işler başarıyorlar. Ve nihayet meşhur Col du Tourmalet' deyiz (2115 m). Çok ama çok güzel bir yer, Pirene kartalları tepemizde daireler çiziyorlar. Burada bir kahve molası vermeli...

Şelaleleri, gölleri ve küçük köyleri ardımızda bırakarak 17 kilometrede 1250 m alçalıyoruz ve Col d'Aspin (1489 m)' den geçmek üzere D918' de sağa dönüyoruz. Orman içindeki yumuşak yükselişte vadide peşpeşe kurulmuş çok sayıda sevimli küçük yerleşimler var. Tepeye gelirken sağımda küçük bir göl görüyorum. Bol virajlı yol bizi Arreau' ya getiriyor. Hmm, dün akşamüzeri de buradaydık! Demek ki güneye yöneleceğiz ve Aragnouet' deki Bielsa tüneli bizi 45 kilometre ötedeki otelimize taşıyacak.
Bugün bütün günümüzü Parc National des Pyrenees' in yollarında, genellikle sağnak yağmur altında, bazen bulutların içinde, bazense üzerinde, ulu dağların tarifsiz güzelliklerinde ve en önemlisi büyük bir mutlulukla geçirdik. Bielsa' ya yaklaşırken güneyden açılan gökyüzü yarın beklenen daha ılımlı hava koşullarının habercisi gibi.

17 Eylül 2010 Cuma

DOĞU PİRENELER DEVAM : ALAS - BIELSA

Maçı izleyebildik, 95-77 galip geldik, Dolcet restoranın sevimli garsonu benim için pirinç lapası çorbası yaptırdı, güzel bir uykunun ardından sağlığıma %100 kavuşmuş olarak uyandım, hava şahane ve biz bu gezideki ikinci konaklama merkezimiz olan Bielsa' ya doğru yola çıkmak için hazırız. Tabii ki iki kent arasındaki en kısa yol bizim izleyeceğimiz yol değil:)

Bu sabah da Alas' tan La Seu d'Urgell yönüne dönüyoruz, kasabayı geçiyoruz ve Ribera d'Urgallet' e kadar yaklaşık 12 km N-260' ta gidiyoruz. Burada bizi güneye taşıyacak olan C-14' e sapıyoruz. Coll de Nargo' ya varana kadar Segre vadisinde hızla yol alıyoruz. Yolun başındayken uzakta gördüğümüz dağlara iyice yaklaştık. Ama yaklaşmak yeterli değil, içine girmemiz lazım ve bunun için sola L-511' e dönüyoruz. Kısa bir süre Coll de Nargo' nun verimli tarlalarının arasından geçtikten sonra muazzam dağ yolu ve orman başlıyor. Her türlü virajın olduğu ve her virajın birbirinden güzel manzaralar sunduğu yolda bizden başka kimsecikler yok. Zaten Pireneler' deki seyrek trafik dikkatimizi çekiyor, Alplerle kıyaslandığında o kadar tenha ki, bu durum ayrı bir keyif veriyor bize. Tırmanış Coll de Boixols' de (1380 m) sonlanıyor. Manzaranın tadını çıkarmak ve biraz fotoğraf çekmek için duruyoruz.
O da ne? Motorun sesi kulaklarımda gürlüyor, motoru sımsıkı kavrama ihtiyacı hissediyorum... Yaşasın!!! Anlaşılan sevgili kocam bu güzel inişi benim o çok sevdiğim sportif tarzda yapmaya karar veriyor. Zevkten 4 değil 4x4 köşe olmuş şekilde sürüşün tadını çıkarıyorum. Isona' ya ulaşan düzlüğe geldiğimizde bana bu kadar cömert davranan hayata ortama uygun dilde "Gracias a la vida, que me ha dado tanto" şarkısıyla teşekkür ediyorum.
C1412 bizi Tremp' e, C-13 ise kahve molası vereceğimiz La Pobla de Segur' a ulaştırıyor. Yolun başında, sağımızdaki ağzına kadar dolu bir baraj gölünde maviyle yeşil birbirine karışmış. Şehir merkezinde ılık güneşin tadını çıkararak kahve molası veriyor ve biraz dinleniyoruz.

Sağa dönüyoruz, N-260 bizi Sort' a götürecek. Noguera Pallaresa nehri yolun kenarından akıyor. Su zengini bir bölgedeyiz, bir nehrin eşlik etmediği yol yok. Hızlı, akışkan yol bizi Sort' a ulaştırıyor. Burada kuzeye giden yol C-13 adını alıyor ve bizi öğlen yemeğini yiyeceğimiz Aigüestores y Estany de Sant Maurici Ulusal Parkının eteğindeki kayak merkezi Espot' a götürüyor. http://reddeparquesnacionales.mma.es/en/parques/aiguestortes/index.htm

Kışın cıvıl cıvıl olduğu anlaşılan Espot' ta yemek tercihimizi nehirden tutulmuş alabalıktan yana kullanıyoruz. Bir porsiyonda 2 tane balık var ve bu lezzetli tabak fazlasıyla doyurucu. Meydanda tek başına dolaşan bu devasa St. Bernard 2004 yılının Kasım ayında kaybettiğim canım oğlumun anısıyla gözlerimi yaşartıyor.

C13 yerini C-28' e bırakıyor ve biz Aran vadisi içinde ilerliyoruz. Pireneler coğrafyasına vadiler hakim, yollar ve yerleşimler vadilere kurulmuş. Yaklaşık Aneu' dan itibaren yol birden muhteşem bir pass yolu halini alıyor, durmadan yükseliyoruz, her virajda biraz daha, neredeyse dağların zirvelerinde süzülen Pirenelerin Altın Kartallarına kadar. Puerto de la Bonaigua' da (2072 m) park halinde bir sürü motor ve IMT minibüsünü görünce burada kahve molası veriyoruz. IMT bizimle aynı tarihlerde aynı bölgede tur düzenlemiş, gene de karşılaşmamız büyük tesadüf.

Vielha' ya kadar olan iniş de çıkış kadar keyifli. Sağa dönüyoruz ve N-230' da Bossot' a kadar yaklaşık 800 m rakımda süzülüyoruz. Hala Aran vadisindeyiz. Burada birden hairpinler başlıyor ve Col du Portillon' a (1293 m) yani Fransa sınırına kadar tırmanış var. Manzara muhteşem, Altın Kartallar zirvelerde daireler çiziyor. Burada kısa bir mola daha veriyoruz. Birer krep yiyiyor ve lezzetli Fransız kahvesi içiyoruz. İspanya' daki kahveler damak tadımıza pek uymadı, Fransa' ya her geçtiğimizde kahve fırsatını değerlendiriyorum. Dükkanın sahibi elimize oyuncaklar tutuşturuyor, hepsi zihni-sinir projeleri, yap yapabilirsen; hırs yapmış halimize gülüyoruz. IMT motorcuları bu sefer bizim ardımızdan Portillon' a geliyor ve mola veriyorlar. Biraz laflayıp vedalaşıyoruz, yolumuz az kaldı ve yağmur bulutları toplanıyor.
D618 bize sırasıyla Bagneres-de-Luchon' u ve (kasabayı bir konaklama merkezi olarak kafama not ediyorum) Col de Peyresourde' u (1569 m) aşırtarak Arreau' ya getiriyor. Ormanlık yol ve kasabalar güzel. Güneydeki Bielsa' ya ulaşabilmek için sola, D929' a dönüyoruz. Artık Parc National des Pyrenees http://www.parc-pyrenees.com/ içindeyiz. Yüksele yüksele Aragnouet' e kadar geliyoruz. Burada 10 dakika gidiş, 10 dakika geliş yönünde çalıştırılan 3 km uzunluğunda bir Tünel Fransa - İspanya sınırını oluşturuyor. Yeşil ışık yanınca tünele giriyoruz ve 1976 yılında açılmış olan tünel bizi İspanya' ya taşıyor. Yaklaşık 20 km boyunca dağ silsilelerinin içinde ve gidiyoruz ve sağnak yağmur altında Bielsa' ya ulaşıyoruz.

16 Eylül 2010 Perşembe

DOĞU PİRENELER

Bugünü 3 ülkede geçireceğiz. Kahvaltı İspanya' da, kahve Andorra' da, öğlen yemeği ise Fransa' da.

Alas' tan çıkıp sola dönüyoruz, La Seu d'Urgell' den sağa dönünce N-145 bizi dosdoğru kuzeye, Andorra' ya götürüyor. Dağlık bir yolun içinden geçiyoruz. Sınırda bir gümrük kapısı var ama polisler bizi kontrol etmediler ve yolumuza devam ettik. Girer girmez sağda kocaman bir banka binası ve ticaret merkezi görüyorum! Az ilerde sağda ise bir benzinlik. İspanya' da 1.15 EUR olan kurşunsuz benzin Andorra' da 1.06 EUR. Burada vergiler çok düşükmüş. Hava kapalı, serince ve yağmur çiseliyor; biz yüksek dağların arasındaki yolda keyifle süzülüyoruz. Yavaş yavaş yerleşim başlıyor. O kadar doğayla uyumlu binalar inşa etmişler ki, yüksek dağların eteklerindeki yüksek binaları, sivri çatıları dağların parçalarıymış gibi algılıyorum. Düzen ve huzur hissettiriyor kendini. Andorra la Vella' ya geldiğimizde tüm araçların La Massana' ya yönlendirildiğini görüyoruz. Trafik oldukça sıkışık, yavaş yavaş ilerliyor olmamız bana evlerin balkonlarını, perdelerini, bahçelerini ve sokaklarda gezinen insanları inceleme imkanı veriyor. Ordino' yu geçip Canillo' ya geldiğimizde trafik düzenlemesinin ve kalabalığın yoğun katılımlı bir koşu yarışından olduğunu anlıyoruz. Hiç hesapta olmayan birbuçuk saatlik sürenin sonunda Pas de la Casa' ya (2408 m) geliyoruz ve bir kahve molası veriyoruz. Burası tüm Avrupa yol ağının en yüksek noktalarından birisi ve Andorra' nın Fransa ile sınırı. Sınırı geçerken polisler tüm arabaların bagajlarını arıyorlar. Biz motosikletliler ise kaçakçılık yapacak bagaj alanımız olmadığından olsa gerek, bir baş selamıyla Andorra' yı terk ediyoruz.

N-320 üzerinde hızla alçalarak Fransız Pirenelerinde yol katediyoruz. Manzara olağanüstü; gözalabildiğine yükselen sivri zirveler ve ben uçan halımın üzerinde onların arasında süzülüyorum. Merens-les-Vals' e yaklaşırken orman çizgisini geçiyoruz ve yeşilin 1001 tonu bize eşlik etmeye başlıyor. Sevimli Fransız kasabalarını birer birer ardımızda bırakarak öğlen yemeği için Quillan' da duraklıyoruz.

Dün akşamki kontrolsüz ziyafetin barsaklarım üzerindeki olumsuz etkisi sebebiyle otoparkın hemen karşısındaki restoranda tencere içinde sunulan midyelere sadece bakıyorum ve bu gezinin ikinci "bir dahaki seferesi" olarak onları kafama not ediyorum. Tüm masalarda en az 1 tencere var ve yiyenlerin yüzlerinden keyif akıyor.

Özellikle ilk kez gittiğim yerlerde oryantasyonu, navigasyonu iyi olan biri değilim; üstüne üstlük yeşile ve maviye olan aşkım ve iki teker üzerinde olmak mutluluktan başımı döndürüyor. Bu yüzden yeni gördüğüm yerleri detaylarıyla birbirinden ayırabilmem ve tüm segmenleri sevgili kocamın yardımı olmadan tek tek hatırlayabilmem çok zor. Ama Quillan ile Axat arasındaki D117' in her bir metresi gözlerimin önünde hala akıp gidiyor.

Aude nehri bu bölgede daracık bir kanyonun dibinden akıyor. D117 nehrin yatağını izleyecek şekilde dar bir yol olarak inşa edilmiş. Sağımızda duvar, solumuzda nehir kıvrıla kıvrıla gidiyoruz. Yer yer her iki yanımızda dimdik duvarlar yükseliyor, sanki kollarımı açsam ellerim kayalara değecek. Bu algıyla selenin üzerinde büzülüyorum:) Kanyonun içinde beklemediğimiz derecede bozuk olan zeminde hoplaya zıplaya gidiyor olmak bende rafting yapıyormuşuz hissini doğurdu. Doğa hakikaten muhteşem. Mont-Louis' ye kadar aynı ruh halinde, ardımızda küçük Fransız kasabalarını, gölleri ve nehirleri bırakarak D118' i takip ediyoruz. Mont-Louis' de UNESCO Dünya Mirası Listesinde http://www.sites-vauban.org/About-this-site,378 olan bir kale var.
Sağa N-116' ya dönüyoruz ve Bourg-Madame ile Fransa' ya veda edip Puigcerda ile İspanya' ya tekrar merhaba diyoruz. Dünden aşina olduğumuz N-260 bizi Alas' a ulaştırıyor. Bakalım akşam Türkiye Fransa basketbol maçını seyredebilecek miyiz!

14 Eylül 2010 Salı

ALAS

La Seu d'Urgell gezimizin ilk etabı için seçtiğimiz konaklama merkezi. Katalan Pireneleri' nin bir bölgesi olan Yüksek Pireneler ve Aran' ın en kalabalık şehri ve İspanya' nın Andorra Prensliği' ne açılan kapısı.


Büyük şehirlerde konaklamaktan hoşlanmadığımız için La Seu civarındaki köylerde otel araştırması yapmış ve seçenekleri Estamariu' daki Cal Teixido ve Alas' taki Dolcet L'Hotel olmak üzere ikiye indirmiştim. Seçimimizi Dolcet' ten http://www.dolcethotel.com/index.php?lang=es yana kullandık. %100 kırsal alanın içinde son derece konforlu, temiz ve modern tarzda döşenmiş 12 odalı bir otel.





Otel iyi olmasına çok iyi ama asıl ünlü olan ve övgüyü hak eden otele 20 metre mesafedeki restoran. 1932 yılından beri hizmet veriyor ve zengin Katalan mutfağının örneklerini başarıyla sunuyor. Personel İngilizce konuşma konusunda çok gayretli ama neyse ki İspanyolca konuşabiliyorum. Yoksa salyangozla beraber pişirilmiş domuz paçasını önümüzde bulmamız işten bile değildi. Bölge genel olarak tam bir etobur cenneti, sevgili kocam ve ben bu açıdan biraz zorluk çektik.
Yemek saat 20:30' da başlıyor. Akşam yemeği için bu mevsimde rezervasyona gerek yokmuş ama öğlen yemeği için bütün çevreden insanlar geliyormuş ve tüm masaları dolu oluyormuş. Köyü dolaştıktan sonra hala biraz vaktimiz olduğu için sokaktaki masalardan birine oturduk ve şarap istedik. Yanında peynir isteyip istemediğimizi sordular, ben bir peynirsever olarak atladım. Burada porsiyonlar kocaman, peyniri leğen büyüklüğünde bir tabak içinde servis ettiler. Yanındaki beyaz ekmek ise çok leziz... Kan kırmızısı şarabın tadı hala damağımda...
Bölgede konuşulan dil Katalanca ama Castellano konuşunca tabii ki herkes anlıyor ve hemen Castellano konuşmaya başlıyorlar. Bazı restoranların menüleri sadece Katalanca, ama listedeki her bir yemek için tek tek yardım eden güleryüzlü ve nazik insanlar Pirene İspanyolları.

13 Eylül 2010 Pazartesi

BARCELONA - ALAS

Deliksiz bir uykunun ardından karşıdaki panaderia' da kahvaltımızı ettik ve vakit geçirmeden yola koyulduk. Barcelona büyük bir sayfiye şehri; bizi şehrin dışına taşıyacak olan Avinguda Meridiana' nın etrafındaki yüksek apartmanların balkonları bana manav tezgahlarını hatırlattı, çünkü hepsine gölgelik görevi görsün diye manav yeşili tenteler takılmış.

Avinguda Meridiana' dan sırasıyla C-33 çevre yoluna ve E-15 otoyoluna çıkıyoruz. 11. çıkış bizi Montseny Doğal Parkı' na http://www.turisme-montseny.com/natural-park/index.htm götürecek olan BV5301' e getiriyor. Bir kaç küçük kasabanın içinden geçiyoruz ve Santa Margarida ile El Brull arasındaki kıvrım kıvrım orman yolu Pirenelerde bizi bekleyen güzelliklere dair cömert ipuçları verirken, sağımızda Rio Tordera neşemize eşlik ediyor. Bu seyahatimizin ilk geçidi olan Col Formic (1145 m) tabelasını sevinçle görüyorum.

UNESCO Biosfer Rezervi olan Montseny Doğal Parkını geride bırakıp, Seva, Tona ve Vic' i geçiyor ve Olot' a geliyoruz. Süre ayarlaması için Olot' a tünellerden geçerek ulaşıyoruz ama eminim ki alternatif yol olan C-153 her virajında Olot' a kadar olan Volkanik Bölge' nin birbirinden güzel görüntülerini sunuyordur. Gezinin ilk "bir dahaki seferesi" bu yol oluyor.

Olot' tan batıya yöneliyoruz ve nihayet N-260' tayız. Tarifsiz bir manzara; dağlar sıra sıra yükseliyor, perspektif o kadar derin, o kadar çeşitli ki. Sanki dalga dalga kabarmış bir dağ denizinin içindeyim; nereye bakacağımı şaşırıyorum. Sürekli sevgili kocamla işaretleşip birbirimize bir orayı bir burayı gösteriyoruz. Bir defa daha Harikalar Diyarındaki Alice oldum.

Rippol' e varıyoruz ve kuzeye dönüp öğlen yemeğimizi yiyeceğimiz Puigcerda' ya yöneliyoruz. Rippol' de dikkat edilmesi gereken birşey var. Haritalarda N-152 olarak gösterilen Puigcerda yolu tabelalarda N-260 olarak gösteriliyor. Haritada olan ama gerçekte var olmayan N-152' yi bulmak için epey vakit kaybettik. Sonunda takip etmemiz gereken tabelanın N-260 tabelası olduğunu anladık, hemen hemen hiç trafik olmayan yolda Collada de Toses' i (1800 m) ardımızda bıraktık ve Puigcerda' ya ulaştık. Yol kalitesi harika, virajlar ve hairpinler heyecan verici.

Öğlen yemeği ve biraz dinlenmenin ardından N-260 bizi Alas' taki otelimize götürdü.


BARCELONA SÜRPRİZİ

Hani Barcelona' ya öğlen inecektik, saat en geç 13:30 gibi motor başı yapacaktık ve " Hazır ol ey Pireneler, biz geliyoruz! " diyecektik ya, öyle olmuyormuş işte. Türk Hava Yolları' nın bizi Barcelona' ya bagajlarımızı Hamburg' a göndermeye karar verdiğini öğrenince havaalanında kalakaldık. Bir sürü dert anlatma, telefon konuşması, organizasyon, Iberair ve THY yetkililerinin yardımlarıyla bagajlarımız AirBerlin' in Hamburg-Barcelona seferi ile bize ulaştırıldı. IMT' ye http://www.imtbike.com/index.asp ulaşıp motorumuzu teslim aldığımızda saat 7' ye geliyordu. Son derece arkadaş canlısı olan ve iyi İngilizce konuşan IMT çalışanları sayesinde sadece 100 metre uzakta gayet temiz ve Barcelona ölçülerine göre uygun fiyatlı olan Abba Sants Hotel' e http://www.abbasantshotelbarcelona.com/ yerleştik. Hızlı bir duşun ardından sokaklarda biraz yürüdük, metroya binip Gaudi' nin La Sagrada Familia' sını selamladık ve Barceloneta' daki Salamanca http://www.gruposilvestre.com/salamanca.htm isimli restoranda birbirinden lezzetli deniz ürünleri, paella ve muhteşem Sangria eşliğinde havaalanında yaşadığımız gerginliği ve yolculuk yorgunluğunu üzerimizden attık. Gecenin finalinde Sant Sebastia plajındaki keyifli yürüyüş vardı.
Bagajlarımızda yaşadığımız problem bize bir Barcelona gecesi sürprizi yaşatmak içinmiş meğer...

2 Ağustos 2010 Pazartesi

YENİDEN TOPLANIYORUZ

Çok az kaldı...Rotalar yapıldı, oteller ayarlandı. Bu sefer sadece mekanda değil zamanda da yolculuk yapacağız.
3-10 Eylül tarihleri arasında İber yarımadasını Avrupa kıtasından ayıran Pireneler' de olacağız; kah Katalan İspanya' da kah Fransa' da, ortaçağdan çıkıp gelmiş gibi görünen kentlerin, kasabaların içinden süzüleceğiz. Tabii ki yolumuz ikisinin arasında sıkışmış olan Andorra' dan da geçecek.

3 Temmuz 2010 Cumartesi

5. GÜN : DÖNÜŞ YOLU


Güzelim kahvaltı büfesini bu sabah biraz daha uzun ziyaret ediyorum. Yola çıkmadan önce hem karnımı iyice doyurmak, hem de bu güzel peynirlerin ve ekmeklerin tadını iyice çıkarmak istiyorum. Kahvaltıdan önce motoru hazırlamış, tulumlarımızı ve kasklarımızı motorumuzun yanına koymuştuk. Marinella ve ailesiyle vedalaştıktan ve önümüzdeki sene için sözleştikten sonra (inşallah:)) yola koyuluyoruz. Dün yapmayı planladığımız geçitlerden sırasıyla Passo di Campolongo' yu ve Passo di Gardena' yı geçeceğiz. Yol boyunca aralıklarla yol yapım çalışması var ve oldukça kalabalık. Akıcı bir seyir yapamıyoruz. Ama bu durum bana etraftaki manzarayı oburca gözlerime doldurma şansı veriyor. Passo di Campologo' nun inişinde güzel mi güzel Corvara kasabası var. Bu kasabayı ilk gördüğümde o kadar etkilenmiştim ki derin bir nefes almış ve uzun süre nefesi vermeyi unutmuştum. Kasabaya hakim hairpinlerden birinin içindeki banklardan birine oturmuş dakikalarca kasabayı seyretmiştik. Bank yerinde duruyor, bu güzellikten etkilenmiş başka insanlar fotoğraflar çekiyorlar. Hakkında hiçbirşey bilmediğim insanlarla aynı duyguları yaşıyor olmak içime sıcaklık yayıyor.
Gene yol yapım çalışmaları sebebiyle dura kalka Passo di Gardena' yı ve Gardena vadisinin üç incisini - Selva di Val Gardena, Santa Cristina Val Gardena ve Ortisei (Sankt Ulrich) - sırayla ardımızda bırakıyoruz. Klausen' e kadar olan ormanlık yol bir veda gibi, yumuşak yumuşak kıvrılıyor ve ben uçanhalımın üzerinde gerçekliğe doğru son seyrimi yapıyorum. Sevgili kocam otoyola girmeme kararı veriyor ve taa Brenner' e kadar Südtirol kentlerinin içinden geçerek gidiyoruz. Buradan otoyola giriyoruz ve Eben' e kadar çabucak gidiyoruz. Eben çıkışı bizi sırasıyla Avusturya sınırları içindeki Achensee ve Almanya sınırlarındaki Tegernsee isimli muazzam göllerin kenarından geçiriyor ve yavaş yavaş Münih' e yaklaştırıyor. Göllerdeki beyaz yelkenler gökteki pofidik bulutlarla yarışıyorlar. Holzkirchen' e geliyoruz ve otoyol bizi Frankfurter Ring' e ulaştırıyor.
Ben daha şimdiden bir sonraki yolculuğumuzu düşünüyorum...

4. GÜN : HÂLÂ DOLOMİTLERDEYİZ


Dün doğu ve güney geçitlerini yapmaya karar vermiştik. Çünkü batı geçitlerini aşarak gidilen ve geçen sefer içinde çok iyi vakit geçirdiğimiz Gardena vadisinin üç incisinin en büyüğü olan Ortisei' yi son güne bırakmak ve kentin içinde biraz dolaşmak istemiştik. Tabii 27 Haziran 2010 tarihindeki Sella Ronda Bike Day' i gözden kaçırmışız : http://www.sellarondabikeday.com/ Yüzlerce bisikletçi Arabba' dan başlayarak saat yönünde sırasıyla Passo Di Pordoi' yi (2239 m), Passo di Sella' yı (2244 m), Passo di Gardena' yı (2121 m) ve Passo di Campolongo' yu (1875 m) geçerek yeniden Arabba' ya inecekleri için bu yollar bütün motorlu taşıtlara kapalıymış. Olay mahallinde inceleme yapmak üzere Arabba' ya doğru yola çıktık. Bisikletler sel gibi Arabba yönüne, motosikletler ise sel gibi Cortina d'Ampezzo yönüne gidiyordu. Kadın, erkek, yaşlı, genç yüzlerce bisikletçi mükemmel havada bu şenliğin tadını çıkaracaklar... Carabinieriler Passo di Pordoi girişini kapatmışlar, göbekten geriye dönüyoruz ve dün yaptığımız yolları bir defa daha yapmak üzere tekrar yola koyuluyoruz. Bir sekiz çizerek dünkü rotamıza Passo di Cibiana' yı (1530 m) ve Passo di Valles' i (2032 m) ilave ediyoruz. Bugünün en akılda kalan hatırası ve sonradan üzerinde epey konuştuğumuz Passo di Rolle tırmanışı ve inişi boyunca art arda yol aldığımız kırmızı Gold Wing...

2 Temmuz 2010 Cuma

3. GÜN : DOLOMİTLER' E DEVAM


Tonadico' dan Passo di Rolle' ye (1973 m) döner dönmez hairpinler ve keskin virajlar başlıyor. Son büyük yerleşim yeri olan San Martino di Castrozza' ya kadar orman içinden giden yolda sağlı sollu yüksek zirveler muazzam bir görüntü sunuyor. Ağaçların bitmesiyle beraber yılan gibi kıvrılmış olan hairpinleri görüyorum ve onları birbiri ardına geçen diğer motorlara bakıyorum. Bu anda hem ululuğu hem de yalınlığı aynı anda kalbimin içinde hissediyorum. Yol boyunca Mozart' ın 40. Senfonisinin 3. Bölümü kulaklarımda çınlıyor. Tepeye ulaştığımızda bu seyahatte Pale di San Martino' yu izleyerek bu parçayı dinleme dileğimi gerçekleştiriyorum. Bu görüntü ve bu notalar içimde aynı etkiyi yaratıyor: " YAŞIYORUM". Burada birşeyler yiyiyor ve biraz uzunca zaman geçiriyoruz.




Daha gidilecek yollar ve görülecek güzellikler var; kuzeydoğudaki Alleghe' ye oradan da gene çok güzel bir geçit olan Passo di Fedaia' ya ulaşmak için yolu sağa doğru takip ediyoruz. Sayısız virajda dönerken Pale di San Martino bize güzelliğini farklı açılardan cömertçe sunuyor. Falcade' yi ardımızda bırakıp Alleghe' ye geliyoruz. Alleghe bir masal kasabası gibi. İçinde büyük bir göl var ve otelimizden sola baktığımızda gördüğümüz Civetta' nın eteklerine kurulmuş. Evlerin balkonlarından sarkan rengarenk petunyalar bizi selamlarken usul usul kasabanın içinden geçiyoruz. Sağımda kayakçıları piste taşıtan teleferik istasyonunu görüyorum.
Capril' den hemen önce sola dönüyoruz çünkü Passo di Fedaia (2057 m) kuzeybatımızda. Otelimizden baktığımızda önümüzde gördüğümüz Marmolada' nın eteklerine kurulmuş çok sayıda sevimli küçük köyün içinden geçiyoruz. Bu yolu her zaman sevmişimdir. Asfaltın kalitesi ve virajlar akıcı bir sürüş imkanı sağlıyor sevgili kocama. Bu geçidin hem çıkışında hem de inişinde benim çok sevdiğim countersteeringleri kullanıyor ve beni mutlu ediyor:) Kocaman baraj gölünü görüyoruz ve tepeye gelmekte olduğumuzu anlıyoruz. Burada uzunca bir kahve molası veriyoruz. Yüzümüzde ılık güneş hafifçe kestiriyoruz bankların üzerinde. Dönüş yolu boyunca solumuzda dağın eteklerindeki baraj gölü bize eşlik ediyor ve ben ondan gözlerimi alamıyorum.
Canazei' ye ulaşıyoruz ve otelimize gitmeden önce aşmamız gereken son geçit olan Passo di Pordoi' ye (2239 m) yöneliyoruz. Bu geçit turist otobüsleri, karavanları, motosikletleri, bisikletleri ve binek arabalarıyla çok yoğun bir yol. Fazlasıyla turistik, özellikle haftasonları şenlik yeri gibi oluyor. Ama saat 6' dan sonra el ayak çekiliyor ve adeta bir pist gibi az sayıda sürücüye kalıyor. Canazei tarafında 30 küsur tane, Arabba tarafında ise 33 tane işaretlenmis hairpin var birbiri ardına. Her iki yönde de hem inişi hem de çıkışı çok zevkli, manzaralı bir yol. Zaten burada nerede manzara yok ki! Canazei tarafındaki açık pembe asfalt çok hoşuma gidiyor. Bu pembe asfaltı başka yerlerde de zaman zaman görüyoruz. Bu sefer burada durmadan yolumuza devam ediyoruz, Arabba' ya iniyoruz ve kıvrım kıvrım yol bizi otelimize götürüyor.

HARİTALAR

1. Gün : Münih - Tiefencastel


2. Gün : Tiefencastel - Livinallongo Col Di Lana



3. Gün : Dolomitler


4 Gün : Dolomitler

1 Temmuz 2010 Perşembe

3. GÜN : DOLOMİTLER




Doğuya doğru yönelip otelimizden yaklaşık 13 km uzaklıktaki Passo Falzerego' yu (2105 m) aşmak üzere yola çıkıyoruz. Andraz' dan hemen sonraki yol ayrımına kadar yumuşak yumuşak kıvrılan yol, ayrımın hemen sonrasında başlayacak olan hairpinler için iyi bir ısınma imkanı sağlıyor. Bizim yol aldığımız batı yamacında Pocol' a gelene kadar 17 tane hairpin var. Bunların dışında tatlı virajların olduğu, manzaranın gene olağanüstü olduğu bir yol. Dört bir yanımızdaki dağlar yol boyunca olağanüstü pozlar veriyor. Pocol' a gelmeden hemen önce güneydeki Passo di Giau' ya ulaşmak için sağa dönüyoruz. Passo di Giau (2236 m) bizim favori geçitlerimizden. Tepesinde 360 derece muazzam bir görüş imkanı sunuyor. Sevgili kocam burada bir defa daha kısa bir şekerleme yapıyor. Hem kuzey hem de güney yamaçları hairpinler ve akışkan virajlarla dolu, uzunca ve gene çok zevkli bir yol. Hemen park alanının oradan bir trekking patikası başlıyor, burada biraz yürümek ve etraftaki sonsuzluğa bir kaç metre daha yukarıdan bakabilmek çok hoş.
Vakit kaybetmeden yola çıkıyoruz ve Selva di Cadore' den güneydoğu yönündeki Zoldo Vadisi' ne yöneliyoruz. Burada karşımıza ilk olarak Passo Duran (1605 m) çıkacak. Bu yol 3 yıl önce ilk defa geçerken korkudan ödümü kopartmıştı. Eğim yüksek, virajlar keskin ve yol çok ama çok dar. Çıkarken kendi kendime bin defa tekrarlamıştım " ölsem de bu yoldan geri dönmem, gerekirse yürüyerek inerim !!!" Ama büyük konuşmuşum, o tecrübeden sonra sanırım 4 defa daha o yolu yaptım, hem de ne büyük zevkle:) Yolun başında 3 ya da 4 tane küçücük köyün içinden geçiliyor, köylerin içinde yol o kadar daralıyor ki ancak karşılıklı 2 motor geçebilir, 1 araba ve 1 motor için bile dar, yol boyunca zemin diğer yollara göre bozukça. Ama içinden geçtiğimiz yemyeşil sık orman her virajında öyle görüntüler sunuyor ki bize, her kareyi bir film gibi kaydediyorum zihnime; gözlerimi 1001 ton yeşille tıkabasa dolduruyorum. Ve o yeşili, verdiğimiz kısa molada içtiğim cappucinomun köpüklü beyazına katıştırıyorum.
Passo di Duran yolu bizi direkt - meydanında güzel bir panini dükkanı olan - Agordo' ya indiriyor. Buradan Passo di Cereda' dan (1369 m) geçmek üzere güneybatıya yöneliyoruz. Yol alçaldığı için tatlı virajlarla ve çok sayıda irili ufaklı köylerle dolu ormanlık yolda ilerliyoruz. Yolun başında sadece 6, sonunda ise 2 adet hairpin var. Arkamızda 5 motordan oluşan bir grup bizi takip ediyor ve birlikte çok keyifli bir sürüş gerçekleştiriyoruz. Onlar mola vermek üzere duruyorlar biz ise benim bu bölgedeki en sevdiğim geçit olan Passo di Rolle' ye (1973 m) gitmek için Tonadico' dan hemen sonra kuzeybatıya yöneliyoruz.

OTELİMİZ : CESA PADON




Otelimiz Cesa Padon' un http://www.cesa-padon.it/ sahibi Marinella bizim için bu sefer çatı katındaki Boe isimli odayı ayırmış.






Odamız otelin arka tarafına bakıyor; balkona çıktığımızda kendimizi çeşit çeşit kuşun sabah ayrı, akşam ayrı şarkılar söylediği ormanın içinde gibi hissediyoruz. Marinella' yı ve annesini geçen yıl bıraktığımız gibi, kızı Isabel' i ise büyümüş olarak buluyoruz. Bu otelin aşçısı olan Marinella' nın erkek kardeşi muazzam güzellikte yemekler pişiriyor. Her sabah akşam yemeği için belirledikleri 3' er adet primi piatti ve ana yemekten hangisini tercih ettiğimizi soruyorlar. Tatlı da yemekten sonra gene 3 seçenek arasından tercih edilerek alınıyor. Geniş bir salata büfesi ve kapsamlı bir şarap menüsü var. Burada olmak bizi mutlu ediyor:) Açık büfe olan sabah kahvaltısında ise özellikle minik kruvasanlara sevgili kocam bayılıyor... Akşam yemeklerimizin bu seferki şampiyonu yabani mantarlı risottoydu.

Sabah kuşlar bizi uyandırıyor ve kahvaltımızı edip erkenden mesaiye başlıyoruz. Hava parçalı bulutlu ve ılık. Burada tam bir hafta önce 2-3 cm kar olduğuna inanmak güç. Bugün doğu ve güney geçitlerini yapmayı planlıyoruz.

30 Haziran 2010 Çarşamba

2. GÜNE DEVAM : BERNİNA - PIEVE DI LIVINALLONGO


Bernina ve Stelvio Geçitleri arasında geniş bir doğal park ve içinden geçen dağ yolu olunca bize oradan geçmek düşüyor :) Bernina Pass' ten sonra 2000 m' nin altına hiç düşmeden yaklaşık 8 km ilerleyip Forcola di Livigno' dan (2291 m) evlerinin balkonlarından petunyalar sarkan güzel İtalya' ya giriyoruz. Güneydoğuya yönelip bizi Bormio' ya ulaştıracak olan Livigno' ya kadar rakım 1800 m' nin altına inmediğinden ağaçsız bir yalınlığın içinden gidiyoruz. Bu muazzam hissi Passo di Rolle' nin ve Grossglockner' in tepelerinde de hissetmiş olduğumu hatırlıyorum.



Bormio' yu geride bırakıyoruz ve Alplerin en yüksek ikinci geçidi olan Passo di Stelvio' ya (2757 m) yöneliyoruz. En yüksek geçit ise 2770 m rakımlı ve henüz geçmediğimiz Fransa' daki Col de l'Iseran. Gelmeden önce Stelvio yolunun sayısız fotoğrafına bakmış ve bir iki motosiklet sürücüsünün kafa kamerasına çektiği görüntüyü izlemiştim. Gerçekten merak ediyordum hairpinleriyle ünlü bu yolu. Daha başlarken yolun ne kadar şenlikli olacağı belli olmuştu. Onlarca spor araba, sayamayacağım kadar çok motosiklet, bisiklet, karavan, binek araçla sanki herkes Stelvio' ya çıkıyordu. Etraftaki muazzam doğal güzelliklere mi bakayım yoksa spor arabalara mı? Adeta harikalar diyarındaki Alice oldum! Yol gerçekten çok dar, hairpinlerin döndüğü yerleri açmamışlar, tam 180 derece dönüyorlar ve eğim çok yüksek; trafik de cabası. Hele 2-3 tane daracık tünel var ki sadece tek arabanın geçebileceği genişlikle, karşıdan gelen biri varsa durmak zorundayız, çünkü önümüzde bir araba durmuştur mutlaka...Tünellerin aydınlatılmamış olduğunu ve asfaltın erimiş kar sularından ıslak ve dolayısıyla zeminin kaygan olduğunu söylemeyi unutmamalıyım! Böyle böyle giderken yol birden düzleşiyor ve " Evet, geldik!" diyorum. Ama nerdeee! kısa bir düz tırmanıştan sonra sayısız keskin viraj yeniden başlıyor. Şaka değil bizim çıktığımız güney yamacında tam 34 tane hairpin var ve hepsi daracık! Neyse ki sevgili kocam yapmakta olduğu yoldan büyük bir zevk alarak ve bizi "gülen suratlar" ifadesiyle motordan indiriyor ve 2757 m rakımlı Stelvio Pass' in tepesine ulaştırıyor. Burası şenlik yeri gibi... Kendimi bir adet Passo di Stelvio iğnesi alarak ödüllendiriyorum ve onu törenle Grossglockner (2504 m) iğnemin altındaki yerine takıyoruz. Burada biraz vakit geçirdikten sonra yeniden yola koyuluyoruz çünkü önümüzdeki yol hala uzun:)

Kuzey yamacından inişte hepsi işaretlenmiş tam 48 tane dar hairpin var. 915 m rakımlı Prad' a inene kadar 26 km içinde 1842 m irtifa kaybediyoruz. Maksimim eğim %12. Hem çıkarken, hem de inerken basınç farkını kulaklarımda hissediyorum.
Prad' dan doğuya dönerek sırasıyla Merano ve Bolzano' yu arkamızda bırakıyoruz. Gözlerimizin alışık olduğu Dolomitler coğrafyası başlıyor. Otelimize ulaşabilmek için sırasıyla Passo Nigra' dan (1688 m), Passo Costalunga' dan (1753 m) ve Passo Pordoi' den (2239 m) geçip Arabba kentine iniyoruz. Nigra ve Costalunga geçitleri nisbeten alçak olduğu için sık bir orman içinden gidiyoruz. Pastoral resimlerin ilham aldığı ufak köylerden geçerken sağda solda otlayan inekler bize lezzetli Alp sütünün ve peynirlerinin kaynağını cömertçe gösteriyorlar. Taylarını emziren anne atlar ve otlarını biçen köylüler.... Huzurun kokusunu içime çekiyorum derin derin...
Ve Arabba' dan doğuya, Cortina d'Ampezzo tarafına yönelip her seferinde içtenlikle karşılandığımız ve hevesle gittiğimiz otelimiz Cesa Padon' a varıyoruz.

2. GÜN : TIEFENCASTEL - BERNINA PASS


Dün sabahki gecikme rotamızı değiştirmemize sebep olmuştu. Bunun ikinci güne de yansıması kaçınılmaz oldu. Orijinal planımıza göre ilk gün Landeck' ten hemen sonra güneye yönelecek ve çok ünlü Stelvio Pass geçişini yaptıktan sonra kuzeye yönelip Umbrail Pass' i (2501 m) aşarak Val Müstair' e gelecektik ve sonrasında dün geçtiğimiz yolların aynısını yaparak Tiefencastel' e ulaşacaktık. Ve ikinci gün Tiefencastel' den başlayacak olan yolumuz bizi Jülier Pass üzerinden Silvaplana' ya ulaştıracak, oradan güneybatı yönündeki Maloja Pass' i (1815 m) geçtikten sonra Chiavenna' ya ulaşacaktık. Buradan Kuzey-Kuzeydoğu yönüne dönüp Splügen Pass (2113 m) geçişini yaptıktan sonra Thusis' ten doğuya Tiefencastel' e yönelecektik ve Albula Pass' ten (2315 m) geçip yolumuza öyle devam edecektik. Ama bunları bir sonraki sefere bırakıp dün yapamadığımız Stelvio Pass geçişini yapmaya karar verdik ve rotamızı buna göre modifiye ettik.

Otelimizdeki tatminkar kahvaltının ardından karşıdaki marketten su ve muz takviyesi yapıp Jülier Pass (2284 m) yönüne doğru yola koyulduk. Karşımıza çıkan ilk büyükce kasaba olan Cunter' i bir dahaki sefere kalınabilecek üs olarak aklımıza yazdık. Jülier Pass yolu yumuşak bir yükselişi olan oldukça keyifli ve çok güzel manzaraların olduğu bir yol. İtalyan geçitlerinin aksine İsviçredeki geçitlerde çok az sayıda hairpin türü viraj var. Jülier Pass' in tepe noktasından 1800 m' deki Silvaplana' ya iniş 7 km. Geçtiğimiz kasabaların hepsi birbirinden güzel ama Silvaplana içindeki iki boğumlu kocaman gölüyle hepsinden ayrı güzel. Şahit olduğum o güzellik karşısında dünyadaki tezatlar aklıma gelince gözlerimden akan iki damla yaşı engelleyemedim.

Hemen 6 km ötedeki dünyaca ünlü kayak merkezi St. Moritz' den bahsetmemek olmaz. Tüm şehrin içini dolaştık ve dünya jet sosyetesinin nasıl yaşadığını gördük. Ben almayım...

Pontresina yönüne dönerek Bernina Pass (2328 m) geçişini yapmak üzere yola koyulduk. Yol boyunca UNESCO Dünya Mirası listesinde olan RHAETIAN Demiryolu' nun Bernina hattı bize eşlik ediyor. Thusis ve Tirano kentlerini birbirine bağlayan demiryolunun Albula hattı 1903 yılında, St. Moritz-Tirano arasındaki Bernina hattı ise 1910 yılında tamamlanmış ve her iki hat da yüksek Alp coğrafyasının taa o zamanlar ulaşıma nasıl açıldığını gösteriyor. Geçtiği güzergah o kadar güzel manzaralarla dolu ki yaz-kış bu hatta seyahat eden sayısız turist var. http://www.rhb.ch/UNESCO-World-Heritage.1060.0.html?&L=4

Montebello' nun keskin virajlarını bir bir ardımızda bırakırken sağımda Morteratsch Buzulunu, solumda kırmızı Bernina Express' i görüyorum.

1. GÜN : MÜNİH - TIEFENCASTEL

Kiraladığımız 1200GS' in arka çantasıyla ilgili bir problem çıkınca onu halledip yola koyulabilmemiz 3 saat gecikmeyle oldu:( İnce ince planlanmış rotamızı ufak bir modifikasyonla tamamlamak zorunda kaldık.








Otoyol kullanmayıp Almanya kırsalında yol alarak, uzun zamandır görmek istediğim Garmisch-Partenkirchen' in sadece içinden geçebilerek ve önce Iamt' ı sonra da Landeck' i ardımızda bırakarak Münster' den İsviçre' ye girdik. Daha önceki gezilerimizden birinde planlamış olmamıza rağmen hava muhalefeti nedeniyle İsviçre' ye geçememiştik. Bu sefer sadece 1 gece kalmayı planladığımız bu ülkeyi bu kadar beğeneceğimi tahmin etmiyordum. Avusturya' nın, Almanya' nın, Kuzey İtalya' nın ve biraz da Slovenya' nın dağ yollarında gezdik ama İsviçre bir başka hikaye. Münster' den Ofen Pass' e kadar İsviçrenin en güzel vadilerinden birisi olan aynı zamanda Ulusal Doğal Park olan Müstair vadisinin hem doğal güzellikleri hem de sevimli köyleri gerçekten görülmeye değer. Bu bölge aynı zamanda UNESCO - MAB Biosfer Rezervleri listesinde yer almakta. http://www.unesco.org/mabdb/br/brdir/directory/biores.asp?mode=all&code=SWI+01
Zamanımız kısıtlı olduğu için ne yazık ki fotoğraf çekmek için durmaya fırsatımız olmadı. Buraya tekrar gelmemiz lazım:) Sınır geçişinden sonra 70 kilometre içinde Ofen Pass' ı (2149 m) geçip Zernez' e (1475 m) indik ve Flüela Pass' ı (2383 m) aşıp Davos' a ulaştık. Bir gayret son 35 kilometreyi de kat edip saat 20:30 gibi Tiefencastel' deki otelimize ulaştık.

Hotel Albula & Julier http://www.albula-tiefencastel.com/ son derece temiz ve yeterince konforluydu. Hızlı bir duştan sonra saat 9' a 5 kala otelin restoranına indik. Mutfak saat 9' da kapanıyormuş ve ondan sonra sadece aperatif yemekler hazırlayabiliyorlarmış. Kremalı mısır çorbası o yorgunluğun üstüne ilaç gibi geldi. Kısa bir yürüyüşün ardından yorgun kemiklerimizi dinlendirmek üzere odamıza çıktık. Yatağın dikkat çekici derecede yumuşak olduğunu ancak sabah fark edebildim çünkü kafam daha yastığa varmadan uyumuşum!

5 Haziran 2010 Cumartesi

BİR ARTÇI ASLA....

  • Üşümez !
  • Acıkmaz !
  • Yorulmaz !
Gerçekten:) Şaka yapmıyorum. Nasıl mı?
  • Üşümez: Beni artçı olarak gezilere götüren bir kocam olduğu için dünyanın en şanslı insanlarından biriyim. Motor üzerinde benden onbinlerce kilometre ve binlerce saat fazla tecrübesi var. Bu şansımı azıcık sessiz gözlemle birleştirince üşüme ve terleme gibi şeyleri düşünmeme gerek kalmıyor. Onun tercih ettiği iç ve dış giyimlerin çok benzerlerinden satın alıyorum. Bu kadar kolay:) Seyahate çıkmadan 3 gün önceden itibaren rotamız üzerindeki bölgelerin hava durumu hakkında detaylı bilgi ediniyoruz. Yanımıza alacağımız eşya esas olarak o zaman belirleniyor.
  • Acıkmaz: Yanımızda glisemik endeksi düşük gıdalar bulunduruyoruz. Biraz fındık, badem, kuru üzüm ve bol su. Her durduğumuzda bir kaç tane kuruyemiş atıştırmak gün boyunca kan şekerimizin ve açlık düzeyimizin dalgalı bir seyir izlemesini engelliyor. Eğer susama hissediyorsam su içmek için geç kalmışımdır. Motor üzerinde seyrederken rüzgara ve sıcağa maruz kalınıyor, bu da vücudun su kaybını hızlandırıyor. Susuzluk halsizliğe ve dikkat kaybına neden oluyor. Güvenli ve keyifli bir seyir için aç ya da susuz olmamak lazım. Öğlen yemeklerinin de hafif salata veya sandöviç gibi şeylerle geçiştirilmesi yemek sonrası ağırlık hissini ve gözlerin ağırlaşma durumununu ortadan kaldırmaya yeterli.
  • Yorulmaz: İşte bu işin en zor yanı. İstikrarlı çalışma ve bolca tecrübe gerektiriyor. Ama ödülü de o derece büyük! Uzun tura gittiğimiz ilk seferinde çektiğim acıların toplamı bir insanın tüm yaşamı boyunca çekme ihtimali olan acıların toplamına eşittir sanırım. Kendimi motor üzerinde tutamıyor, bir öne bir geriye yığılıp duruyordum. Sevgili kocamın kaskıyla benim kaskımın sürekli çarpışması eminim onun sinirini çok bozuyordu. Gözüm trafikte seyreden diğer araçlara ya da gördüğüm manzaraya takılıyor, bu yüzden iki saniyeye kalmadan motorun hareketiyle ya irkiliyordum ya da öne-geriye yığılıyordum. Ve kaska bir tık daha! Mola verdiğimizde motordan inmeye bile mecalim olmuyor ve bütün kemiklerim ağrıyordu. Buna bir çözüm bulmalıydım. Öncelikle fiziğimin güçlü ve dayanıklı olması gerekiyordu. Bacaklarımla motoru kavrayabilmeli ve maruz kaldığımız her kuvvete - negatif ve pozitif ivmeler ve değişken yan kuvvetler ki bunlar motorla seyahatin eğlenceli yanlarıdır - uyumlu olacak kadar dayanıklı olmalıyım. Pilates vücudumda ve fiziksel dengemde mucizevi değişiklikler yaptı. Kuvvetli bacaklar ve kollar ve çok kuvvetli karın ve bel; bunlar olmazsa olmazlar. Fizik durumunu hallettikten sonra sıra seyir halindeyken beyin dalgalarımı sevgili kocamın beyin dalgalarıyla uyumlayabilmeye geldi. Bu kesinlikle çok önemli ve gerekli; onun gördüğünü görmek, onun düşündüğünü düşünmek... Bu sayede benim için vücudumun garip tepkiler vereceği sürprizler olmuyor. Önümüzdeki yolu görünce beynim vücuduma neyin gelmekte olduğunu bir şekilde söylüyor ve ben kendimi akıp giden bir uçanhalı üzerinde buluyorum. Tıklama yok, yığılma yok; sanki sessiz bir ırmak olmuş akıp gidiyoruz.

3 Haziran 2010 Perşembe

TOPLANIYORUZ

Motorla yolculuğa hazırlanırken en önemli şeylerden biri de götürülecek eşyaya karar vermek. Bagaj hacmi o kadar küçük ki, ihtiyaçları sığdırabilmek için akrobasi yapmak gerekiyor. Bu sefer 1200 GS kiraladık ve yan çantaları istemediğimiz için, sevgili kocam ve ben eşyalarımızı 36 litre hacimli arka çantamıza sığdırmak zorundayız. Bu hacmin içine ilk yardım çantamızın, avadanlığımızın ve lastik tamir kitimizin de sığmak zorunda olduğunu söylememe gerek yok herhalde! Dağlarda hava koşulları çok değişken olabiliyor. Motor üzerindeyken üşümek, sıcaklamak ve de yağmurda ıslanmak hiç zevkli değil. Donanım seçimini akıllı yapmak gerekiyor.

Bedenim small (yuppi:))) ve ayaklarım 37 numara olduğu için benim eşyalarım görece az yer kaplıyor. Bagajımız 1'er pantalon, 1'er kısa kollu, 1'er uzun kollu t-shirt, 1'er ayakkabı, bir kaç çamaşır ve çoraptan ibaret. Motor üzerindeyken giyeceğimiz iç giyimlerimiz tulumlarımız, botlarımız ve eldivenlerimizle beraber uçağın bagajında gidecek, kasklarımız da bizimle beraber ekonomi sınıfında...

Neyse ki artık kozmetik dükkanlarında küçük seyahat şişeleri ve kapları satılıyor. Kaçınılmaz olan bir kaç kozmetik ürünümüzü de bu kaplara aktararak hacimden büyük tasarruf yapabiliyoruz.

Bu seyahatlerde insanın aslında ne kadar az eşyaya ihtiyaç duyduğunu öğreniyorum, ve her defasında bir öncekine göre daha az eşya götürüyorum. Bu seferki rekor olacak! Aslında bir kaç küçük ilaveyle ve doğru kumaş seçimleriyle bu kadar eşya çok daha uzun süre bile yeter. Örneğin DRI-FIT kumaşlar hem çok kolay yıkanabiliyor, hem hemen kuruyor, hem buruşmuyor, hem de çok az yer kaplıyor. Ayrıca hiç bir zaman ıslak hissettirmiyor.

Bagaj provamızı yaptık. EVET kendi 36 litrelik çantamıza sığıyoruz!